Düş Peşime #6: Mülksüzler Ekseninde Edebiyatta İsyan
“Hiç düş görmez misiniz, Bay Dearri?”
“Bütün duvarlar gibi iki anlamlı, iki yüzlüydü. Neyin içeride, neyin dışarıda olduğu, duvarın hangi yanından baktığınıza bağlıydı.”
*Huzursuz Bülten’de görerek merak eden ve bültenime abone olan herkese çok teşekkür ederim. Kovboy Kızlar da Hüzünlenir’e hoşgeldiniz.
Herkese kocaman bir merhaba!🤠 Nasılsınız?👀 Yolculuktan bahsediyorken bu hafta gezegenler arası bir yolculuğa ve isyana dadanalım istedim. Bu yolculuğun sonunda forma giderek yolculuğa dair zihin akışlarınızı paylaşabilirsiniz. Haftaya KOVPOSTA’nın ilk sayısı için kolları sıvayacağım. Yee Haw!
Ursula K. Le Guin’in İkircikli Ütopyası 🪐
“Mülksüzler” romanının daha derinlerine inebilmek için Le Guin’in 2014’de yaptığı bir söyleşiye ve Kadınlar Rüyalar Ejderhalar seçkisinde “Bilimkurgu ve Bayan Brown” bölümünde, yarattığı karekter Shevek ile Mülksüzler hakkında yazdığı paragraflara bu bağlantıda yer verdim.
Aslında yazının içerisinde bu kaynaklara değinmiştim fakat bülten içeriği fazlasıyla uzadı. Yine de Ursula’nın düşüncelerinden, kelimelerinden daha iyi herhangi bir anlatımın, bu süreci ve ortaya çıkan eserin görünmeyen yerlerini daha iyi ifade edemezdi diye düşünerek ayrı bir paylaşımda yer vermek istedim.
Hazırsanız başlayalım.🎉
Bülent Somay’dan bir alıntıya yer vererek Ursula’nın 1975 yılında Hugo ve Nebula ödüllerini aldığı 20. yüzyıl klasiklerine aday olan “The Dispossessed” evrenine, dünyasına ve uydusuna - nereden baktığımıza göre değişir - uzay yolculuğuna çıkalım.
“Su ana kadar romandan hep İngilizce adıyla söz ettim. Bunun bir nedeni var: The Dispossessed, İngilizcede bir dizi anlamı bir arada barındırıyor ve ne romanın Türkçesine verdiğimiz Mülksüzler adı, ne de akla gelebilecek bir dizi başka ad (emin olun bu konuda birden çok insan uzun süre kafa patlattı) bu anlam zenginliğini karşılayabiliyor.
Öncelikle The Dispossessed, Dostoyevski’nin İngilizceye The Possessed adıyla çevrilen romanına bir cevap. Bu romanın Türkçe adı Ecinniler. “The Possessed", ingilizcede "sahip olunanlar" anlamına geliyor, ayni zamanda da "ruhuna şeytan girmişler","cin tutmuşlar". Dostoyevski'nin romanını okuyanlar bilir, Ecinniler' de bir anarşist grubun maceraları anlatılır.
Romanın başkahramanlarından biri, Dostoyevski'nin zamanında oldukça ün kazanmış bir Rus "anarşisti" olan Neçayev tipi üzerine kurulmuştur. Neçayev'in ne kadar "anarşist" olduğu, 19. yüzyıl siyasi tarihçilerini ilgilendiriyor, ne kadar "şeytan" olduğu ise Hristiyanları (özellikle Dostoyevski gibi inanmış olanların). Le Guin, romanının adini Dostoyevski'nin romanının tam zıddı olarak koymuş (İngilizcede "dis-" öntakısı kelimeyi tersine çevirir, olumsuzlar).
Heralde şunu demeye çalışıyor: Anarşistler Öyle "ruhu cinler tarafından ele geçirilmiş* şeytansı yaratıklar değildir, onlar sahipsizdir, ne şeytan, ne de insan onlara sahip olamaz. Ama adın sorunları burada bitmiyor. "The Dis-possessed" ayni zamanda "mülksüzler" demek, ki bu Le Guin' in tasvir ettigi anarşist toplumun en önemli özelliğini oluşturuyor.
Anarres sakinleri ne bir seye sahipler, ne de sahipleri var; emir almıyorlar ve vermiyorlar, iki anlamda da özgürler: hem (Marx'ın proletaryayı tanımlarken kullandığı anlamda) üretim araçlarından özgürler, hem de devletten, patrondan, yöneticiden özgürler.
BİR DUVAR VARDI
Mülksüzler’i okumaya başladığımda 14. sayfaya geldiğimde tekrar en başa döndüm, çünkü olayları kavrayamamıştım. O yabancısı olduğum dünya ilk adımda beni içeri almamıştı. İlk cümlesi “BİR DUVAR VARDI.” Olan bir roman için ideal bir tanışma.
“Bütün duvarlar gibi iki anlamlı, iki yüzlüydü. Neyin içeride, neyin dışarıda olduğu, duvarın hangi yanından baktığınıza bağlıydı.”
Romanın akışı içerisinde duvarlar, hayatta olduğu gibi sık sık karşımıza çıkıyor; somut duvarlar, soyut duvarlar, insanların ördüğü iki tarafıda değişken bir perspektifte hapseden, birbirini tamamlayan duvarlar.
Birbirinin uydusu olan ikiz dünyalarda bu imge hayalet bir iguana gibi renk ve şekil değiştirerek farklı zihinlerde, yerlerde, olaylarda opaklığını arttırıyor.
Zıtlıkların ütopyası Le Guin’in kurgusunda en küçük varlıktan -insan- en kapsayıcı olan varlığa kadar - ikiz dünyalar - ikircikli yapı benzersiz bir bilimkurgu romanı sunuyor.
Bilirsiniz ütopyalar ve distopyalar vardır. Distopyalarda kötücül bir karanlık hüküm sürer, ütopyalar umudu içimize işler. Mülksüzler’in dünyası ise Taocu bir zıtlık içerisinde büyüyor ve genişliyor.
Roman ne orada ne de burada olunan bir yolculukla “eve dönüşle” başlıyor. Kendi anarşist toplumuna bir ölçüde uyum sağlayamayan bilim insanı Shevek’in, atalarının dünyasına, öncüleri Odo’nun mezarının bulunduğu gezegen Urras’a gidişi/dönüşü ile roman sizi içeri alıp almama konusunda sınıyor.
Kendine has çekiciliği ve yalnızlığı ile bir fizikçi olan başkahranımız “eşzamanlılık” ve “ardışıklık” kavramlarını harmanladığı kuramı ile ikiz gezegenlerde duvarları yıkma ülküsü ile Anerris’in uydusuna, geçmişine gidiyor.
Anerres 🪐
İnsanların birbirinden başka hiçbir şeyi olmadığı, vicdan ve sorumluluk ile birbirine kenetlenen, kadın-erkek eşitliğinin tüm bireylere işlediği ve hatta şöyle demeliyim bu eşitliğin aksini hiç düşünmemiş, kendine saygı duyabilmek için toplumun diğer yarısını aşağılama gereksimi duymayan, “sahip olma” eylemine ve “ünvanlara” yer olmayan idealist insanların düşlediği, bu ideal uğruna Urras’ı bırakarak göç ettikleri yer Anerres.
Kurak, kötü iklim koşullarına sahip, çölü andıran, doğal kaynakların azlığı ile kıtlıkla savaşmanın gerektiği, yeşilin tonlarını bilmeyen ve hayvanlara yer olmayan yeni bir dünya. Shevek’in ağzından bir anlatımla bakalım Anerres’e;
“Harika değil. Çirkin bir dünya. Bu dünyaya benzemiyor. Anarres sadece tozdan ve kuru tepelerden oluşuyor. Her şey az, her şey kupkuru. İnsanlar da güzel değil. Hepsinin koca elleri ve ayaklar var, benimkiler ve buradaki garsonunkiler gibi. Ama koca göbekleri yok.
Çok kirlenirler, birlikte yıkanırlar, burada kimse bunu yapmaz. Kentler çok küçük ve sönüktür, sıkıcıdır. Hiç saray yoktur. Yaşam sıkıcıdır, çok çalışılır. Her zaman istediğinizi alamazsınız, hatta bazen gereksindiğinizi bile, çünkü yeterince yoktur… Anarres'te hiçbir şey güzel degildir, yalnız yüzler güzeldir.
Diğer yüzler, erkek ve kadın yüzleri. Bizim onlardan başka bir şeyimiz yok, birbirimizden başka bir seyimiz yok. Burada siz mücevherleri görüyorsunuz, orada gözleri görürsünüz. Gözlerde de görkemi, insan ruhunun görkemini görürsünüz. Çünkü bizim erkeklerimiz ve kadınlarımız, özgürdür, hiçbir seye sahip olmadıkları için özgürdürler…”
Kitabı okurken şöyle düşündüm; acaba böyle anarşist bir toplum için Anerres’te betimlenen koşullar mı gerekir? Yani hiçlik. Birbirinden başka bir şeyinin olmaması gerçeği ile birbirine kenetlenmek, tüketimden ziyade üretime odaklanmak.
Sevdiğin şeyleri ararken ve aynı zamanda kendini yaratırken tüm baskılardan uzak bir şekilde, kazanç amacı gütmeden istediğin işi yapmak. Her şeyden önemlisi paylaşmak.
Fakat kitapta ilerledikçe Shevek’in karakteri dönüşüm geçirdikçe bu dünyanın köhnemiş yanlarına da gözlerimizi açıyoruz. Örneğin; yalnızlık olgusunun sevilmediğini görüyoruz, yasalar yok fakat toplumun baskısı her yerde. Değişim için özgürlük diyerek geldikleri bu yeni gezegende güvenlik olgusuyla duvarlar örüyorlar.
Nerede okuduğumu hatırlamıyorum fakat şöyle bir anekdot hatırlıyorum; ilişkiler sürekli ilerlemelidir aynı yerde kalamaz. Kalırsa ya geriye doğru gider ya da biter. (Sanırım böyle bir şeydi, doğrusunu bilen varsa bana yazabilir :)
Bu paralelde ilerlediğimizde bunun her olgu için geçerli olduğunu düşünüyorum. Kişi veyahut toplum bir devrimden, bir başkaldırıdan veyahut bir başarıdan sonra ilerlemek yerine konumunu korumak için savaşır ya da öylece olduğu yerde sayarsa geriler, çöker. Shevek’in dünyasında bu süreci çok rahat görebiliyoruz; iktidar heveslilerinin, bürokrasi özentilerinin toplumda nasıl saklandığını - bilirsiniz gizli olan en iyi öylece orada durandır.- Öncüleri Odo’nun sözlerinin eğitim yerleşkelerinde çocuklara ezberletilerek devrim ruhundan nasıl uzaklaştıklarını görüyoruz.
“Hiçbiri yalnız olmanın ne demek olduğunu anlamıyordu.”
2017 yılında Fernando Pessoa’nın Anarşist Banker adlı hikayesini okumuştum çok farklı bir perspektiften baktığını düşünmüştüm. Hikayenin kahramanı anarşist olmanın “tek yolunun” yalnız olmaktan geçtiğini savunuyordu. Bu nedenle yalnız bir anarşist banker olmayı seçmişti. Hatta hiç unutmadığım bir iddiası da; anarşist sistem yoksa olabilecek en iyi sistemin kapitalist sistem olduğunu söylemesiydi.
Sosyalist ve kominist sistemin devleti yıkıp başka bir devlet kurarak halkı eşitlemek isterken özgürlüğü unuttuğunu anarşist sistem yoksa olabilecek en iyi sistemin kapitalist sistem olduğunu savunan bir yazar.
19.12.2017
“Yalnızlık” kavramı bir çok açıdan önemli ve öğrenilmesi gereken bir edim. Odocuların devrim olabilmek için gelinen dünyada “yalnızlığı” ötekileştirerek çatlaklar oluşturmaya başladıklarını düşünüyorum, üstelik bu çatlaklar maalesef ördükleri duvarlarda değil.
“Hiçbiri yalnız olmanın ne demek olduğunu anlamıyordu. Hepsi grupçuydu, kendi kişilikleri yoktu.”
Le Guin’in hakkında ne düşüneceğini çok merak ettiğim farklı bir anarşist kahramanın, bombacı Bernard’ın yaşadığı Robbins’in romanında yalnızlık hakkında şöyle bir demeç bulunuyor;
“Yalnızken dünya bize kendini özgürce sunar. Maskesinden sıyrılmak için başka seçeneği yoktur.”
Biraz daha iddialı bir derinliğe dalmak istediğimde şu alıntıyı paylaşmadan edemiyorum;
“… romantik kişi, bir hareketi ne denli ateşli desteklerse desteklesin, kadın ya da erkek, o kişi sonunda o harekete aktif katılımda bulunmaktan çekilmek zorundadır; çünkü topluluk ahlakı (örgütün birey üzerindeki üstünlüğü) mahremiyete yönelik bir saldırıdır. Mahremiyet bu hayata tat katan şekerlerin başlıca kaynağıdır. Lüzumlu delilikler için kesinlikle yaşamsal önem taşır.
Lüzumlu (mahrem) delilikler olmayınca mizah etliye sütlüye dokunmaz hale gelir ve dolayısıyla lapalaşır, şiir kolay anlaşılır hale gelir ve dolayısıyla düzyazıya döner, erotizm mekanikleşir ve dolayısıyla pornografi olur, davranış önceden kestirilebilir hale gelir ve dolayısıyla denetlenmesi kolay olur.
Büyünün ise esamesi okunmaz çünkü her toplumsal eylemcinin amacı diğerleri üzerinde iktidar sahibi olmaktır. Oysa bir büyücü yalnızca kendisi üzerinde iktidar sahibi olmanın peşindedir: Üst düzeydeki bilincin iktidarı, evrensel, hatta kozmiktir ama kendini mahrem olanda belli eder.
Bütünlük sahibi bir insan, hem mahremiyet hem de toplumsal eylem kapasitesine sahip olabilirmiş gibi durur. Fakat ne yazıktır ki, her dava, ne denli değerli olursa olsun, sonunda salaklığın zorbalığına kurban gider. Arı kovanında ya da beyaz karıncanın toprak yığınında olduğu gibi, hareket içerisinde de, haylazlık şöyle dursun, kişisel özelliklere bile yer yoktur.”
Kanun kaçağı Bernard ile Odocu Shevek’i bir diyaloğun içerisinde hayal etmek istiyorum. Benzer bir ideale sahip olan bambaşka zihinlerden çıkmış, karakterleri öylesine zıt, iki aykırı ruh.
Aklımda sadece zekanın kıvılcımları ile doğacak süpersonik evrenler geliyor. Birbirinden alakasız gibi görünen ancak bir noktada çakışan kitapları düşününce ortaya ilginç karışımlar, örüntüler ve muazzam bağlamlar ortaya çıkabiliyor.
“Anarşist bir toplululuk” ütopyası Marge Piercy’nin “Zamanın Kıyısındaki Kadın” romanında da işleniyor. Mülksüzler’den çok daha net çizgileri olan ütopya ile distopyanın savaş içerisinde olduğu, distopyanın çok karamsar, ütopyanın ise “burada yaşarım.” dediğim bir enerjisi var.
Topluluk işleyişi bir bakıma Anerres ile benzer, doğayla eski dostluğunu tekrar sağlamış bir komün. En sevdiğim yanı ise hayata dair belirli eşiklerde dilediğiniz adı kendinize isim olarak seçebilmeniz. Çok özgürleştirici değil mi?
Anarşizme ve devrime bambaşka bir perspektiften bakan bir botanikçi Stefano Mancuso, “Bitki Devrimi“ kitabında “Yeşil Demokrasiler” bölümünde bu kavramları daha önce hiç düşünmediğim bir şekilde ele alıyor. Mancuso ile aynı açıdan bakıldığında bitkilere hayran olmamak elde değil.
“Devrim, farkına varmasak bile çoktandır devam etmektedir. Bitki dünyasına benzer şekilde, hiyerarşik olmayan ve dağınık olan organizasyonlar da internet sayesinde çoğalmakta, toplum tarafından onay görmekte ve mükemmel işler başarmaktadırlar.
Wikipedia, bir bitki organizasyonunun nasıl hayata geçirileceğinin mükemmel bir örneğidir: Birlikte çalıştığı milyonların katkısı sayesinde, herhangi bir hiyerarşik organizasyon ve herhangi bir finansal teşvik olmaksızın devasa, yaygın ve her şeyden önce tam bir ansiklopedik içerik üretme gibi bir işi, açık ara mucizevi bir başarı ile gerçekleştirmiştir.”
Anerres’ten yola çıkarak farklı kurgularda farklı bakış açılarına değindiğimize göre şimdi bize çok tanıdık gelecek bir dünyaya Urras’a gidebiliriz.
Urras / Eski Dünya 🌍
“Hiç düş görmez misiniz, Bay Dearri?”
Bu gezegeni hayal etmek için biraz geçmişi düşünelim ve “Metropolis” filmini bu düşe ekleyelim. İnsanların saçları dahil tüysüz olduğunu unutmayalım. Kadınları ise güzellikleri ile bir tüketim aracı olmanın dışında eğitim de veyahut çalışma dinamiklerinde gereksiz ve aşağı görelim işte size Urras. Distopik kurgu denemeyecek kadar aşina olduğumuz varlığı ve sefaletiyle bizim dünyamız.
Shevek bu gezene geldiğinde A-İo hükümeti, evreni değiştirme potansiyeline sahip fizikçimizin ülkeninin yalnızca etkileyici yanlarını görmesi için onu varlığın içerisinde, görünmez duvarların içerisine hapsediyor.
Shevek sunulanları olduğu gibi kabul edip bazen şaşkına dönerken uyanışı gerçekleşiyor.
“… Siz Urras'Iıların her şeyi yeterince var. Yeterince hava, yeterince yağmur, çimen, okyanuslar, yiyecek, müzik, yapılar, fabrikalar, makineler, kitaplar, giysiler, tarih. Siz zenginsiniz, siz sahipsiniz. Biz yoksuluz, biz yoksunuz. Sizde var, bizde yok. Burada her şey çok güzel. Güzel olmayan yalnızca yüzler… Siz. sahipler ise sahiplisiniz. Hepiniz hapistesiniz. Herkes yalnız, tek başına, sahip olduğu yığınla birlikte. Hapiste yaşıyor, hapiste ölüyorsunuz. Gözlerinizde görebildiğim yalnızca bu duvar, duvar!”
Shevek Urras’a geldiği ilk andan itibaren ondan sakınılan; yoksul, ezilen, sahip olunan alt sınıf için bir umut ışığı oluyor. Bu kesimde yer alan herkes için Shevek canlı, gerçekleşmiş bir idealı temsil ediyor. Devrim ruhunun ta kendisi olarak insanlar için isyanın, başka bir gerçekliğin mümkün olduğunun, bir fikrin somut bir kanıtı.
“Yine de orada onlardan hiçbiri yok!” Dedi
“Onlar mı?”
“Biliyorsunuz, bay Shevek. Bir zamanlar söylemiştiniz. Sahipler.”
Bir isyanın içerisinde buluyor kendini Shevek bilerek ve isteyerek, varlıktan kaçarak. Ardından Anerres’e dönmeye karar veriyor, bunun için farklı bir dünyadan Arz’dan gelen Keng’den yardım istiyor. “Burası cehennem,” diyor Shevek, Keng bunun aksine;
"Simdi, benim hayal bile edemediğim bir dünyadan gelen siz, benim Cennet'imi Cehennem gibi gören siz, bana benim dünyamın nasıl bir şey oldugunu sormayacak mısınız?"
"Benim dünyam, benim Arz’ım bir yıkıntı. İnsan ırkı tarafından berbat edilmiş bir gezegen. Hiçbir şey kalmayana dek çoğaldık, tıkındık ve savaştık, sonra da öldük. Ne hırsımızı ne de şiddetimizi denetledik; uyum göstermedik. Kendimizi yok ettik. Ama önce dünyayı yok ettik. Benim dünyamda hiç orman kalmadı. Hava gri, gök gri, her zaman sıcak.
Robbins’in hangi kitabında dediğini söylediğini bulamadığım bir alıntı gibi; bir gün ölüm döşeğinde her şeyi para için yaptığımızı, tüm ömrümüzü bunun için harcadığımızı fark edeceğiz ve bazılarımızın yüzünde bir gülümseme olacak.
Aneress’li Oppenheimer
Shevek’in Anerres’e geri dönmeden önce yaptığı son şey; buluşunu, bir hükümete vererek, savaş aracı, sömürge silahı olarak kullanılması yerine insanlığa hizmet ilkesi ile tüm dünyalara hediye etmek oluyor.
Bazı duvarlarda, kendi eski ve yeni dünyasında derin çatlaklar oluşturarak ve bazılarını yıkarak, etkilerini merak ettiği Anerres’e dönüyor.
Estes’in dediği gibi; “Eğer size bir ara meydan okuyan, işe yaramaz, şımarık, kurnaz, asi, itaatsiz, isyankar denmişse doğru yoldasınız.”
Fantastik ve bilimkurgu türlerinin usta yazarı Ursula K. Le Guin, 19 Kasım 2014’de ABD Ulusal Kitap Ödülleri töreninde “Amerikan Edebiyatına Seçkin Katkı Madalyası” aldığı ödül törenindeki konuşmasından bir kesit ile tamamlamak istiyorum bülteni;
“Kitaplar, biliyorsunuz, sadece meta değildir. Kâr güdüsü, çoğu kez sanatın amaçlarıyla çatışır. Kapitalizm içinde yaşıyoruz. İktidarından kaçılamaz gibi geliyor. Kralların ilahi kudreti de öyle geliyordu. Her türlü insan iktidarına insanlar tarafından direnilebilir ve bu iktidar değiştirilebilir. Direniş ve değişim çoğu kez sanatta başlar ve daha da çok bizim sanatımızda -sözcüklerin sanatında- başlar.”
Bülteni sonuna kadar okuyarak beni mutlu eden herkese çok teşekkür ederim. Umarım kelimelerim ruhunuzda, düşüncelerinizde bir yerlere dokunmuştur.
💌 Kovboy Kız Çağrısı:
Eğer istersen, gitmeden…
❤️🔥 Kalbini bırakabilirsin, 📝 Düşünceni yorumlara savurabilirsin, 🔁 Başka kovboylarla paylaşabilirsin, 📩 Ya da sevdiğin bir ruha “Bak, bu senlik!” diye gönderebilirsin.
Son olarak bu bülteni Huzursuz Beyin’in yaratıcısı olan “Emre Özaslan”a ithaf ediyorum. Harika sohbeti, tavsiyeleri muazzam kişiliğinin yanı sıra bülteninde bana yer vererek onlarca insana yazılarımın ulaşmasına vesile olduğu için sonsuz teşekkürler.
📸 Kovboy Kızlar da Hüzünlenir’in Instagram hesabını buradan takip edebilirsiniz.👀
Keyifle okudum. Teşekkürler Kovboy 💜