Bahçemizde ki salıncak, o salıncaktan defalarca düşmem. Arılar, kiraz ve erik ağaçları, uğur böcekleri… Sevdiğim insanların mutlu hatırladığım yüzleri…
Küçük Ferya
Çocukluğumda sık sık köye giderdik ve ben annemlerle dönmek yerine orada kalmayı tercih ederdim. Sanırım 3 yaşımdan 7 yaşıma kadar bu böyle aktı gitti. Köy bir bakıma benim için özgürlük ve oyun demekti. Erenler adını verdiğimiz birbirinden farklı kayalar ile süslenmiş tepeler, o tepelere dedemle çiğdem toplamaya çıkışımız, birbirinden farklı çiçeklerle tanışman ve dedemin “ben arkandan izliyorum sen git" dediğinde yokuş aşağı arada bir dedeme bakarak koşmam…
Hıdırellez olduğunda genellikle makyaj malzemeleri ile boyadığımız yumurtaları tepelerden yuvarlayışımız, arkadaşlarımla erenlere piknik yapmaya gidişimiz, çuvalla taze nohut yemek, hep istediğim ama yapamadığımız ağaç ev… Kiremitten bebekler, çamurla oynamak, akşamları ateşin etrafında ucunu ateşe verdiğimiz sopalarla kendi yıldızlarımızı yapmamız ve ateşin etrafında hafif dumanlı parlayan yıldızlarımızla koşmamız… Bahçemizde ki salıncak, o salıncaktan defalarca düşmem. Arılar, kiraz ve erik ağaçları, uğur böcekleri… Sevdiğim insanların mutlu hatırladığım yüzleri…
Hayvanlara olan delice sevdam. Şöyle ki; ben sevmek istiyorum diye kuzular veyahut tavuklar ayaklarına tülbent sarılarak eve getirilirdi, ben de onları okşar dururdum. Şaziye teyzenin bahçesinde bulduğum yavru kediyi bahçemize getirerek onunla arkadaş olmuştum ve ailesinin yeni mekanı da bizim bahçe olmuştu. Birkaç saatte bir inekleri görmek ister anneanneme ahırın ışığını yaktırır inekler yavaşça kafalarını bana çevirir “ne var?” Diye bakar ben de “hiiiiç” dermişcesine meraklı meraklı onlara bakar giderdim.
Bu parlak bir ışık yüzmesiyle korunan anılarım Johann Hari’nin Çalınan Dikkat kitabında yer verdiği - galiba bir köy kahvesinde otururken - çocukları izlediği ve çocukların başlarında aileleri olmadan özgürce oyunlar oynayıp akşam evlerine dağıldığı şimdilerde kendi söylemiyle bu manzaraları görmenin pek mümkün olmadığı kısımla örtüşüyor. Ben de artık nadir bulunan, içimde bir yerlerde mutlu olduğunu bildiğim çocukluğumu saklıyorum, saklıyordum. Uzun zamandır gitmediğim, anılarımın yuvasına dönünce tabi bu anılar içimde mutlu mutlu tepinip durdu.
Şimdi 3 yaşındaki Feriha’nın oyunlar oynadığı bahçesinde 23 yaşında daha farklı ve aynı gözlerle doğanın sade akışını izlerken ona imreniyorum.
Ağaçlar ve İnsanlar Eskiden Çok İyi Arkadaştılar.
Köyde ne zaman bir şeyler yapmadan durmayı, anı yaşamayı, izlemeyi, düşünmemeyi başarabilsem, sessizlik, gereksiz tüm seslerden uzak sadece kuş sesleri ile rüzgarın buluştuğu bir an, bir oluş gördüm. Olması gereken her şey sessizce, hiç de acelesi olmadan, seni asla rahatsız etmeden oluyor ve sana sadece başarabilirsen tadını çıkarmak kalıyordu.
Upuzun, bolca yaprağıyla rüzgarla aheste aheste dans eden kayıtsızca “oluş” halini, sık sık izlediğim ağaç beni nedense etkiledi. Ben 3 yaşındayken oradaydı, 23 yaşındayken de ve muhtemelen benden çok daha sonra da orada olmaya devam ederek; benim hiç bilmediğim sırlara, anılara şahit ve sahip olarak tüm bilgeliğiyle görkemini gösterecek.
Tabii benim fani gözlerim, sınırlı bilgim ile bu oluş hali dışarıdan basitliğin etkileyiciliğine dönüşmüş bir eylem olarak görünse bile aslında hiçte öyle değil. Stefano Mancuso’nun Bitki Devrimi kitabını okuduktan sonra doğaya yaklaşımın, doğayı biraz daha anlayabildiğim bir yaklaşıma dönüştü.
O görkemli ağaç ve doğaya dair her şey bizi büyüleyen, -çoğu zaman- dingin gözüken, oluş halleriyle, bizim göremediğimiz ya da algılayamadığımız bir perspektifte muazzam şeyler yapıyor. Sanırım arka planda, gör(e)mediğimiz yerlerde başaran, hayata tutunan, var olmayı sürdüren varlıkların - ki buna insan da dahil- görebildiğimiz, algılayabildiğimiz yerleri bizde hayranlık uyandırıyor.
Doğaya baktığımızda ve o da bize baktığında - bu arada bitkilerin çevresini görebilen mercekleri varmış - bizi çevreleyen dinginlik hissi, onun parçası olduğumuz ya da olmayı istediğimiz itici güç belki de onların kendi içlerinde ve bütünlüklerinde eşsiz bir uyum göstererek içlerinden gelen sese - bitki dünyasında buna ne denir bilmiyorum - göre hareket etmelerine (bitkiler için biraz ironik kaçtı) dayanıyor.
Burada köyde balkondayken izlediğim Miyazaki’nin Komşum Totoro animasyonundan bir alıntı yapmak istiyorum;
“Ağaçlar ve insanlar eskiden çok iyi arkadaştılar.”
Doğada olduğumuzda belki de bu eski dostluğu derinlerde bir yerde hatırlıyor ve özlemle doluyoruz. Ona hayran oluşumuzun bir kısmında, yarattığımız dünyada artık onun bir parçası olamayışımızın hüznü yatıyor. Doğa ana şarkısını söylerken, bizler ruhlarımızın şarkısını unuttuk. Bizi evrenle bütün yapan, her bir varlığın kendine has eşsiz şarkısını, içimizde bir yerlere, kurşun boyalı duvarların içine, gri sokakların, yeni dökülmüş asfalt kokusunun içine sakladık ve duymazdan geldik. Belki şimdi bu yüzden bazen bu kadar yabancı hissediyoruz.
Tamamen doğadan bağımsız bir perspektifte yine de ruhumuzun şarkısını dinlemeyi, kim olduğumuzu keşfetmeden unutmuş, kendimizi tanımadan herkeslemişmiş olabiliriz. Tutkumuzu bulmadan bir işe yönlendirilmiş, sevmediğimiz bir bölümde bizden bağımsız çeşitli etkenler yüzünden yıllarımızı harcamış ya da tam duyacakken şarkımıza kulak kesilmeyi bırakmış olabiliriz.
Sanırım bir çoğumuzun çirkin ördek yavrularıyız. Sanırım bu yüzden çocukken bir parçası olduğum doğaya şimdi imrenerek bakıyorum. Çocukken çoğu anlarda kim olduğunu bilmekten hatta kim olduğunu düşünmekten ziyade zaten o’sun, sensin. Bilmekten, düşünmekten daha farklı bir eylem bu. Sanki hissetmek ve hissettiğinin farkında olmamak. Bir bütün halinde, parçası olduğun evreni deneyimleme - keşfetme- oyun hali.
Ay’la Buluşma
Köyde olduğum zaman Süper Ay dönemine denk geldi ve her gece ay büyüleyici bir şekilde oradaydı normalde olduğundan daha yakın ve daha büyük halde. Bir gece salıncağı ayı görebileceğim şekilde bahçenin biraz ortalarına doğru çektim ve Lale Müldür’ün Leonardo’su ile defterimi kucaklayarak oturdum.
Başlarda korktum çünkü tek başına karanlıkta herhangi bir şeyle uğraşmadan Ay’ı izlemek, etrafında çıkan seslerin ne olduğunu bilmemek bir tedirginlik yaratıyor. Fakat alıştıktan sonra epeyce Ay’ı izledim.
Şöyle düşünüyorum; gece ay ışığında gölgeler senden daha canlı oluyor. Geceleri dünyanın farklı bir lisanı var, gölgelerin benlikleri fısıldıyor. Şehir ışıkları bu diyalogu, bu ikinci yaşamı bizden biraz sakınıyor. Bu yabancılık bilinmeyene duyulan korkuyu da beraberinde getiriyor. Oysa bence “yaratıcı” olarak tanımlayabileceğimiz insan doğasında ve doğada bulunan her şey karanlıkta kuluçkaya yatıyor. Onu bulmak için bazen karanlığa çıplak gözle bakabilmek gerekiyor.
Karanlık & Gölgeler hakkında başka bir zaman daha uzun uzun konuşmak istiyorum. Herkese yıldızları görerek, sevdikleriyle sohbet ettiği yıldızlı geceler ve bulutların güneşle flört ettiği sabahlar diliyorum.
Görüşmek üzere!
📸 Kovboy Kızlar da Hüzünlenir’in Instagram hesabını buradan takip edebilirsiniz.👀